Kimse sınıfta kalmazsa

Üniversite öğrencilerini de hesaba katarsak 85 milyonluk kitlenin 25 milyonu okula gidiyor. Ortalama olarak 3 kişiden 1’i öğrenci diyebiliriz.

Bu kadar büyük bir kitleyi okutmak, servislerle taşımak, kurumları temizlemek, güvenliği sağlamak, kitap, defter, kalem, çanta, giysi satmak için katkı yapanları da düşünürsek 30 milyon kişi eğitim sektörünün içinde diyebiliriz.

Okulda geçirilen zamanın verimli olup olmadığını ÖSYM’nin yaptığı iki sınav, PISA’nın yaptığı okuduğunu anlama / muhakeme içerikli imtihanlar olmamız gereken seviyenin yüzde 70-80 aşağısında olduğumuzu ifade ediyor.

100 yıllık Cumhuriyet yönetiminde, 1945 yılından sonra usul usul ABD, İngiltere gibi haydut devletlerin kültürel, ekonomik, siyasal, eğitim çemberinin içine dahil olmaya başladık.

14 Mayıs 1950’de iktidarı eline alan partide “toprak ağaları, tüccarlar, ithalatçılar, feodal aşiret reisleri, az diplomalı zatlar ve tarikat/cemaat şeyhleri” etkin tarafta yer aldı.

Anamalcı (kapitalist) güç odaklarının baskısıyla daha yüzeysel (sathi), teknolojik gelişimlerden uzak, üretici yönü eksik, ezberci, montajcı, sadece arabayı kullanmayı bilen okullar oluşturma modeline yönelindi.

27 Aralık 1949 tarihinde eğitim örgüsü esasında Amerikalılara teslim edildi. ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, 8 kişiden oluşan bir Eğitim Komisyonu kuruldu. Bu yapının adı Fulbright Eğitim Komisyonu idi. Sekiz üyeden 4’ü Amerikalı, 4’ü de Türk’tü.

Bu Komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Çocuklar bir ulusun geleceği demek değil midir? Türk milletinin geleceği olan çocukların eğitimi, yarısı Amerikalılardan oluşan bir komisyona bırakıldı…

Bu kadarla kalsa neyse, komisyon herhangi bir konuda karar verirken oylar 4 evet, 4 hayır çıkarsa ne olacaktı? Çözüme bakınız; Amerikan Büyükelçisinin vereceği oy, belirleyici olacaktı.

Çok açık değil mi, Türk gençlerinin ne tür bir eğitimden geçeceği, derslerde hangi konuları ne tür boyutlarda öğreneceği, Amerikalılara bırakılmıştı. Bu tür bir uygulamayı, ancak sömürge ülkelerinde görebilirsiniz.

O tarihten günümüze kadar olan süreçte kurulan hükümetlerin hiçbirisi, bu anlaşmayı ortadan kaldırmayı düşünmedi. 27 Mayıs 1960 İhtilalini yapanlar da Fulbright Eğitim Komisyonu’nu ortadan kaldırmadılar.

27 Aralık 1949 tarihinde kurulmuş olan Fulbright Eğitim Komisyonu, hala yürürlüktedir.

Kimse sınıfta kalmazsa

Fulbright Eğitim Komisyonu’ndaki isimlere dikkat!

2012 yılında Fulbright Eğitim Komisyonu’nun kimlerden oluştuğuna bakalım:

* John Tomas Maccarthy (Başkan), ING Bank Türkiye Müdürü

* Scott F. Kilner, ABD İstanbul Başkonsolosu

* Mark A. Wentworth, ABD Büyükelçiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müsteşarı

* Kaya Arıkoğlu, Mimar ve Şehir Tasarımcısı, Arıkoğlu Arkitekt Ltd. Şirketi, Adana

* Prof. Dr. Ahmet Ademoğlu, İstanbul Şehir Üniversitesi Rektörü

* Engin Soner, Dışişleri Bakanlığı İkili Kültürel İlişkiler Genel Müdür Yardımcısı

* Doç. Dr. Ömer Açıkgöz, Milli Eğitim Bakanlığı, Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürü

* Prof. Dr. Ekrem Tatoğlu, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü

Dikkat etmişsinizdir. Sekiz kişilik Fulbright Eğitim Komisyonu’nun 4 üyesinin Amerikalı, 4 üyesinin de Türk olması gerekirken, 2012 Komisyonunda sadece 3 Amerikalı bulunmaktadır. Yani dengeler değişmiş midir? Hayır. Komisyonun Türk üyelerinin tamamı Amerika’nın has hizmetkârları olduğundan, artık Amerikalılar için üye sayısının 4’e 4 olması gerekirken 3’e 5 olması hiçbir önem taşımamaktadır. Son 70 yılın yüksek Komutanları da Fulbright Eğitim Komisyonu’na karşı tavır almamışlardır.

Özet olarak, 27 Aralık 1949 ya da 14 Mayıs 1950’den bu yana ülkemizdeki eğitim örgüsünün içeriği aslında hiç değişmedi. İktidara bir şekilde gelen sağcı, merkez sağcı, liberal, merkez solcu, sosyal demokrat, sosyalist, ırkçı, faşist, muhafazakâr yapılar ABD ve İngiltere’nin montajcı ülke olma içerikli reçetelerini ret edemediler.

Okullarda çok gereksiz biçimde İngilizce dilinde eğitime yönelindi. Ana dilini küçümseyen, yok sayan, kullanmayan, sömürge kafalı, sözde Batılı, asalak yaşamayı tercih eden, proje, patent, AR-GE kavramlarından hoşlanmayan kitlelerin ağırlığı arttı.

Almanya’da bile sadece 1.750.000 kişi üniversiteye kabul edilip okutulurken bizde 8.750.000 kişi üniversite öğrencisi yapılarak karşılığı olmayan, para kazandırmayan, talep görmeyen diplomalar veriliyor.

180.000 civarındaki akademisyen her yıl 2 milyon kadar kişiye 2, 4, 5, 6, 8 yıl okudunuz diye diploma veriyor. Ancak, bu devasa kitlenin yüzde 80’i aldığı eğitimin dışındaki işlerde çalışmak zorunda kalıyor. 2-4 yıllık üniversite diploması olan yüzbinlerce kişi branşıyla hiç alakası olmayan polislik, bekçilik, askerlik, kasiyerlik, güvenlik, kuryelik, kargoculuk vb. gibi üretim yapmayan sektörlerde ekmek parası arıyor.

Yabancı dille eğitim almış, tüm dersleri İngilizce okumuş yüze 10’luk kitle de ülkesine ihanet ettiğini bile bile, “az para kazanıyorum”, lüks yaşayamıyorum, IPHONE vb. alamıyorum gerekçesiyle Batılı ülkelere kapağı atıyorlar.

Yazıyı çok uzattım. 2023 yılı itibariyle ilk 12 yıllık temel zorunlu eğitimde ülkenin eğitime ayrılan kaynakları çok harcanmasın diye sınıfta kalmak adeta yasaklandı. “Sorumlu ders geçme” kılıfıyla dilekçe dahi yazacak becerisi olmayan yüzbinlerce insan lise diploması alabiliyor.

1985-89 yılları arasında üniversitede öğrenciydim. İlk gün sınıfımızda 64 kişi vardı. İlk iki yıl zarfında 1 dersten (matematik, fizik, kimya, elektronik, elektrik) 2 defa başarısız olan 32 arkadaşımız okuldan atıldı. 1989 yılında sadece 32 öğrenci diploma alabildi. Atılan kişilerin yüzde 20’si daha sonra çıkarılan aflarla okula dönüp 5-10 yıl gecikmeli olarak diploma alabildi.

Sonuç: Modern, çağa uygun, üretici bir eğitim yapısı oluşturmayan ülkeler asla kalkınamaz, zenginleşemez, kavga/çatışmalardan kurtulamaz.

Ali Özdemir
(Eğitimci/Yazar)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir